bugün

entry'ler (1956)

geceye bir mustafa kemal atatürk sözü bırak

"Bir millet eğitim ordusuna sahip olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak eğitim ordusuyla mümkündür."

orhan kemal

”Bence asıl ölmek / istenilmeyen dünyada yaşamaktır / Her yirmidört saatte yirmidört kere ölerek.”

http://www.orhankemal.org/links/76.htm

geceye bir gerçek bırak

https://www.youtube.com/w...sgGvo2P_rsI-N_jYUUEn_nHDa

umarım...

ekmek

ekmek insanlık kadar eski bir yiyecektir. temel bileşeni un - su - tuz dur. un, su, tuz hali ile gerekli fermantasyonu doğaya yani ekmeği kendi haline bırakırsak yiyebileceğimiz en sağlıklı ekmeği yemiş oluruz. ekmek bana kalırsa en temel besin kaynağı ancak bim ekmekleri değil tabi ki. ekmekte normal ve sağlıklı şartlarda üç temel bileşen varken sanayi ekmeğinde 30 ila 37 arası bileşen bulunuyor. bu da sizi şişman sağlıksız ve hantal yapıyor.

beyaz unun ilk kullanımına başlanmasından sonra halk sağlığı ciddi oranda bozuluyor kapitalizm her zaman bir yol bulur derler aynen böyle oluyor beyaz unu elde etmek için buğdayın en sağlıklı tarafını çöpe attığımızı fark eden insanlar olduğunu görünce kapitalizm, o zaman eski usül daha sağlıklı ona dönelim madem demiyor. o zaman beyaz una vitamin protein ve eski usülde ne varsa onu katalım ama biz bunu yapay yollarla üretelim böylece o üretim içinde yeni iş kolları yaratalım ve biraz daha sömürelim diyor.

böylece biz sağlıksız ekmekleri yemeye devam ediyoruz.

ekmeği ekmek yapan şey içinde ki hava ve gazdır. hava ve gazı alırsanız geriye hiçbir şey kalmaz. güzel lezzetli bir ekmek yediğinizde bunun tadını genizin arkasından alırsınız çünkü fizyolojimiz bazı gazımsı tatları buradan alır.

ekmeğe maya katmak bile saçma bir adettir çünkü ekmeği maya ile mayalayamazsınız sadece bileşenlerini çözersiniz.

sağlıklı bir ekmek temel üç madde ile harmanlanır ve bekletilir asıl maharet bekletme süresindedir. bim ya da benzer marketlerdeki ekmeklere baktığımızda onu gerçek bir ekmekle kıyaslayabilirseniz gözle ve tadıyla hemen fark edersiniz. çünkü sanayi ekmekleri artık göze hoş gelmesi için üzerleri bile çizilmiyor bir ekmeğin üzerini çizmezseniz onun içinde ki gazı oksijen ile buluşturmazsanız o ekmek sadece sanayi ürünlerinden oluşmuş gaz olur ve bu durumu içinin yarısının boş olması gibi gözle görülür durumlardan tespit edebilirsiniz.

ekmek politikacılar içinde önemli bir noktada. herkes et alamayabilir herkes sebze alamayabilir ancak tarih boyunca ekmek herkesin ulaşabileceğini bir noktada olmuştur, eğer halk ekmeğe ulaşamazsa o zaman birkaç koltuk belki kelle elden gidecektir. tarihteki geçmiş dönem ülkelere bakabilirsiniz ya da yakın zamanlı savaşlara haberleri izleyebilirsiniz meydanlarda ekmek tutan yüzlerce öfkeli insanı. bu sadece bizim halkımız için böyle değildir. biz ekmekten çok biat etmeyi önemseriz çünkü eğer tarihine bağlı bir millet olsaydık bu toprakların buğdayını avucumuzun içine alabilseydik, bir buğday tanesine bakıp yaşamı görebilseydik bize sağlıksız bize fahiş fiyatlarla bize 200 gram ekmeği layık gören kimseyi alıp baş tacı etmezdik.

özdemir

görsel

asaf ailesi..
mehmet bey, hamdiye hanım ve ikizleri özgönül ile özdemir.

kaynak; “tüm dünyayı kucaklamak istedim; kollarım yetişmedi” sergisi

özdemir asaf

"Yazıklar olsun hepimize.
Bana da alışacaksınız.
Bana bile.

Alışverişlerimiz gömülecek
Alışkanlıklarımızın içine.
Sevgilerimiz yenilenmeyecek,
Azalacak kavgalarımız.

Sonunda ben,
Kupkuru bir ölçü.
Ben bile."

şair.

mehmet emin yurdakul

görsel

Mehmet Emin Yurdakul’un yayımlanmamış bir şiiri.

döner sermaye

hastanelerde ki döner sermaye ve mobbing mantığını açıklaması bakımından alıntı bir yazıyı paylaşıyorum.

"Sağlık Sektörü, Ticarethane ve Siyaset birlikteliği..

ilk olarak tüm doktorların performans kaygısı var..en dinine bağlısından hak gözeteninden en umursamaz paragözüne kadar..çalıştığım hastane tam bir ticarethane mantığıyla yönetiliyor..ama bu kadar olabilir akıl almaz derecede halk kandırılıyor, devlet bu hastane iyi çalışmış zannediyor, sonra halka, hastanelere devlet şu kadar para verdi, ey halk işte bu parayı sen ödemedin devletin senin yerine ödedi deyip sonra vergilere abanıyor, halkın bir cebinden girip öbür cebinden çıkıyor, her türlü devletin cebinde toplanıyor..halk da bedava sağlık hizmeti aldım sanıyor..

Doktorlar kesinlikle bu niyetle yaklaşmasalar da düzene uydukları için yaptıkları fiil açıkça şuna çıkıyor; insanları sömürelim, devletten para alalım, performansım yüksek olsun döner sermayeden büyük pay alayım..hastalara yapılmayan şeyleri yapılmış gibi göstereyim..hem hastanenin geliri artsın hem puanım yükselsin..devlet beni çalışkan doktor sansın..

Şimdi bu niye oluyor biraz anlatayım..işini adaletle yapan bir doktor ayda 1000 hasta baksın diğer adaletsiz doktor da 600 hasta baksın.. normalde daha çok çalışan adaletli doktor ama ay sonu geldiğinde performansa bir bakılıyor adaletsiz doktor 600 hastaya hiç yapmasa bile şöyle muayene yaptım böyle muayene ettim gibisinden bir sürü şey girmiş sisteme..ve sonuç şu 1000 hasta bakan doktor devletin hastanenin bütçesinden almaya hak tanıdığı paradan 0 ( yazı ile sıfır tl) alıyor..çünkü ortalamanın altında kaldın hiç çalışmamışsın diyor devlet..diğer adaletsiz doktor ise hem kendi çalıştığının hem de devletin ceza kestiği parasını vermediği adaletli doktorun parasını alıyor..doktorların hiçbiri birbirini sevmez oluyor yarışmaktan..ne dostluklar gördüm performans performans diye diye yitip gittiler..

Peki neden böyle oluyor..adaletsiz doktor dedik ama suç onda değil çünkü bunu yapmasını amiri söylüyor..amirin gözü yükseklerde..Amir, amiri olduğu hastahane çok çalışılıyo çok para kazanılıyo görünürse daha yüksek makamlara gelirim diyor..girin yapmasanız bile hastanenin geliri tavan yapsın diyor..çoğu doktor da amirinden bildiğimiz dümdük emir olarak aldığı adaletsizliği yapıyor..ilk önceleri bi içi gıdıklanıyor ama sonra adaletli doktorun halini görüp devam ediyor amirinden aldığı emire..

işin halk kısmına gelelim..onlar da memnun..giriyor acile ne şikayetin var sorusuna bana bi serum tak hocam bana bir “inne” yap hocam diyor..adaletli doktor direniyor boşuna tedaviye ne gerek var hem vücuda zarar hem devletin yani halkın parasına zarar diyor, içinden tabi..sonra o doktor kötü doktor bir şey bilmeyen doktor oluyor..adaletli doktor yılmıyor anlatıyor boş yere ilacın serumun antibiyotiğin zararlarını, acile ne için gelinmesi gerektiğini..birazı he tamam çok konuşma(%30)diyor, birazı yine serum takmayan doktora denk geldik şansıma tüküreyim(%60) diyor, birazı sayenizde öğrendik hocam Allah razı olsun(%5) diyor..

Doktor nöbet çıkışı telefonla aranıyor..arayan amiri..”hasta başına gelir ortalaman düşük daha çok uğraşman lazım..diğer doktorlardan öğren deniyor..” ertesi gün nöbete geliyor işe giriş raporu veremem yetkim yok diyor adaletli doktor işe girmeye çalışan işsiz insanlara..bir kaç insanı geri çevirdikten sonra aranıyor..arayan amiri

-“ işe giriş raporu veriyoruz hastaneye 37 lira girdisi var kişi başı..” diyor..

- hocam hastaya hiç bir muayene yapamıyoruz verme yetkim yok ama gerçekten işe giriş muayenesi yapsam akciğer filmi kan tetkiki istesem hasta 200 liraya yaptırmış oluyor..

- onlara gerek yok yapma..sen kaşeni bas sıkıntı olmaz..

-doktorun iç sesi “ya bi hastalığı varsa ve yaptığı iş ağırlaştırırsa hastaya bir şey olursa bunun hesabını nasıl veririm.. amirim sıkıntı olmaz dedi, vicdanımı rahatır mı..sanmıyorum..”

Amir sinirleniyor ver raporu aslanım diyor telefonu kapatıyor..

halka açıklama yapıyor adaletli doktor..”bak amca zaten işsizmişsin buradan bu belgeyi alsan devlet senden 40 lira para alacak..ama iş sağlığı merkezinden yaptırsan beş lira..”diyor doktor..

Amca “kasada verdim bile parayı oğul, sen artık ver yapcak bişey yok..” diyor..

Hastane amirinin hastanesinin geliri yükseliyor, amca Allaha emanet diyor yoluna gidiyor.. yüz lirayı bi arada göremeyen amcamın cebine devlet hoşgeldin köleliğe parası alıyor..

Fazladan girdi yapmayan doktor haliyle döner sermayede düşüşe neden oluyor.. doktorlar kızgın param azaldı diyor.. amir burnundan soluyor hastanemin geliri düştü ne derim sağlık müdürüne diye..amirin koltuğu da bu ahlaksızlığa bağlı yoksa kaliteli ahlaksızlık yapamıyorsun deyip sağlık müdürü görevden almakla tehdit ediyor..

neyse en sonunda adaletli doktora yol görünüyor..görevlendirmeye gönderiliyor..adaletli doktor istemiyorum deyince ; amir hırlıyor ” soruşturma açarım tutanağımı tutarım sen bilirsin..” deyip açık açık tehdit ediyor hekimini..adaletli doktor postalanıyor..herkes rahat bir nefes alıyor..herkes derken gerçekten herkesten.. halk, doktor, amir..

işte bu da devletimin, amirimin, meslektaşlarımın ve halkın adaletli doktora yaptığı mobbingin hikayesidir..

Ülkeyi eğiterek oy toplanmayacağı aşikar olduğunu gören devlet yöneticilerinin toplumun her kısmını ahlaksızlaştırıp seçmeninin oyunu cebe indirme metodunun eline sağlık..bombokluğa hoşgeldiniz buradan çıkış yok..

18 yıldır sokakta yatıyorum çürümeye başladım

fazlasıyla iyimser arkadaşlara başlarına sokağa düşecek kadar bela gelmesini temenni ederim.

bir devlet altında yaşıyorsak ve bu devleti yöneten gücü toplumun çok büyük bir kesimi iyi olumlu karşılıyorsa devlet ve iktidar güçleri bizim onlara verdiğimiz paraları doğru yere aktarmalı toplum inşaası sağlamalıdır.

çalışkan ya da tembel olmak tamamen kişiye bağlı kavramlar değildir. öğrenilebilir kavramlardır. devlet her bir bireyin rehabilitesi ile uğraşmak zorundadır.

kişinin amelelik yapması neyi değiştirir amelelerin nasıl şartlar altında yaşadığını göremiyor musunuz? kaldı ki iyi eğitimli insanlar var eden bir ülke yaratmak varken amelelik yapıp sadece karnını doyurmaya çalışan birey topluma ne kazandırır?

işkur ve belediye seçeneklerini öne atanlar var sanıyorum ki kaba etlerinden sallamayı pek seven insanlar

işkur size iş mi arıyorsun, gel sen bu işin başına otur diyip tepeden bir iş sağlamıyor. iş bulmanız bile aylar alıyor hadi iş çıktı bu defada sizi işverene yolluyor ancak siz oraya tek giden misiniz? ya da sizi elininden devlet baba bu çocuğu işe alın diye tutup mu götürüyor. insan kaynakları odasına alınıyorsunuz karşınıza iyi giyimli biri oturuyor sizi süzüyor cv istiyor ve karar süreci ondan sonra başlıyor bilin bakalım işi kim alıyor?

bir belediyede aynı bu tip bir gencin ite kaka daha güvenliği geçemeden dışarı atıldığını gözlerimle gördüm oysa açım bile demedi iş bulamıyorum yardım dedi şikayet ettim bende bilin bakalım davanın seyri ve sonucu ne oldu?

onca yol göstericiye rağmen ne yapacağını nereden başlayacağını bilemeyen apışıp kalan eğitimli insanlar görüyorum çevresindeki işaret tabelası kafalı adamlar olmasa onlara ne olur?

babam, istanbula ilk geldiğinde 14 yaşında sokaklarda yatıyor kalkıyor. şans eseri garsonluk yapmaya başlıyor gece benim yattığım yerde sabahları köpekler uyurdu diye anlatır hiç geçmeyecek sanırdım diyor köye dönüyor da sokaklardan kurtuluyor köyde ne var işsizlik açlık.

bu yazıyı dilenciliği meslek edinenler adına değil sadece yolunu kaybetmiş insanlar adına yazdım. bizler sokakta gördüğümüz insanların ne olduğunu bilemeyiz ancak devlet ve kurumları bilmek ve önlem almak zorunda.

cinayet

http://www.belgeselarsivi...tulmaz-cinayetler_24.html

türkçe rap

Siyahilerin protesto yapabildikleri bir müzik türü iken nereden nereye diye açıklayabildeceğim bir şekilde Türkiye'de de kendini göstermiş hip hop kültürü.(imiş)

Sağda solda kulağıma çalınan ceza parçaları dışında hiçbir bilgim yoktu. (halen yok) Tavsiye üzerine birkaç parça dinledim ve dinlenemeyecek olduğuna karar kıldım o zamandan şimdiye sarp palaur (şanışer) adında bir adam eklendi listeme iyi de oldu.

cok erken oten horoz

#37749305

yukarıda bulunan yorum üzerine asgari ücretin 1.404,00 TL olduğunu hatırlatmak için yazıyorum. Eleman bulamamanız çok normal. işçisine asgari ücret bile ödemeyen bir patron o işçinin hangi hakkını koruyacaktır? işçi değil köle arayan bir insana cevap vermek bile anlamsız sadece yüzüne tükürülmeyi hak ediyorsunuz.

yörenize özgü bir sözcük yazın

"heri" kelimesi Amasya ve çevresinde sıkça kullanılan "ya "yahu" artık" anlamına geldiği söylenen kelime. Çingenelerin "abe" si gibi kalıplaşmış bir yapıya sahip o yörede bulunduğunuzda mutlaka kulağınıza değer biri kızar "get heri" der biri bir şey ister "getü heri" der biri sizi sever beğenir "maşallah heri" der. Her duruma uygun sözcük.

kedi

evdeki en rahat uyunabilecek noktaları insan kişisine öğreten eğitimci.

feminizm

http://www.belgeselarsivi...n-shes-angry-kzdgnda.html

Güzel bir izleme tavsiyesidir.

belgesel tavsiyeleri

http://www.belgeselarsivi...-wars-kirli-savaslar.html

Bu site belgesel konusunda tatmin edici bir noktaya doğru gidiyor. ilk karşılaştığımda bir belgeselleri vardı ve onlarca sitede arayıp bulamamıştım şimdi hızla büyüyorlar üstelik istediğiniz bir belgesel var ve bulamadıysanız facebook ya da twittirdan belgeseli istediğinizi söylüyorsunuz sizin için bulup en kısa sürede ekliyorlar. Tavsiye ederim.

yaşar kemal

Şu koskocaman şehrin sokaklarında dolaşanların yüzlerine bakın… Yüz mü bunlar! Sararmış, uzamış… Gülmeyi unutmuş… Bu yüzler sevinci unutmuş. Sevmeyi unutmuş. Şöyle yürek dolusu, can dolusu, kucak dolusu sevmeyi unutmuş. Ağız dolusu öpmeyi unutmuş bunlar. Şöyle sağlıklı, kütür kütür öpmeyi unutmuşlar. Gözleri kırgın, yılgın, paslı… Kuşkulu, korkulu, düşmanca… Ben bu şehirden korkuyorum, bu şehirde hasta oluyorum, deliriyorum… içimden her şeyi bırakıp kaçmak geliyor. Kirlenmiş, bitlenmiş, çamur içinde bir şehir. Dedikodu hastalığında, merhametsiz, sevgisiz, kazıkçı… Bu şehir karaborsacıların şehri… Bire bin kazananların, lüksün şehri… Ve bu şehrin dört bir yanını çamur deryası içindeki çerden çöpten gecekondulu, yüz binlerce insanın yaşadığı umutsuz insanların mahalleleri çevirmiş. Ağzını açmış, bir ejderha gibi duruyor.

Ben güzellikten söz açmayı istemez miyim. Ben karnı tok, sıklı peklikten söz açmayı istemez miyim… Ben insanların önüne güzel sözcüklerle, güzel bir dünya açmayı öylesine bir isterim ki, can atarım…

Sonra ben yazar olarak, capcanlı bir güneş altında sevişenlerden de söz açmayı isterim. iki genç, daha çiçeği burnunda. Kol kola yumulmuşlar… Bunu yazmayı nasıl, nasıl isterim… Ve bir yazar bunu ne güzel anlatır. Böyle şeyleri çok anlatmışlar, diyeceksiniz. Ama sağlıklı bir dünyada, bu sevginin anlatacak çok yeni, pırıl pırıl yönü de bulunur.

Yaşar Kemal

agos

"Hrant üç beş ulustan on milyonlarca insana, işlenmiş suçun, yaşanmış felaketin, bugün hâlâ tesirli zehrinden arınma yolunu önerme cesareti gösterebilmiş adamdı. Böyle insanlarla karşılaşmak, her zaman her yerde herkese nasip olmaz."

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/14038/hrant-neydi

necati cumalı

Akdeniz göklerinden
Köpüklerden, limon çiçeklerinden
Gözlerimde kalan
Güzel aydınlık
- Nesrin’i bir defa öptüm

Beyaz badanalı odam
Annemin yüzüne, soframıza
Gençlik hülyalarıma düşen
Güzel aydınlık
- Ümitsiz kaldıkça seni düşündüm

Biz fakirdik ama iyi insanlardık
Bolluk yıllarında da
Yıkım günlerinde de
Seni yanı başım da gördüm
Güzel aydınlık
Tatlı aydınlık

Necati Cumalı, Güzel Aydınlık

ercan kesal

"1971 yılı yazıydı galiba. O gün Cumartesiydi ve öğleden sonra, okul çıkışında abime yakalanmıştım. ‘’Bir sürü iş varmış, kimse yokmuş şişeleri yıkayacak, zaten hep kaçıyormuşum gazozhaneden, işim gücüm kitapmış,’’ falan filan… Madem öyle, hızla girdim havuza. Deli gibi yıkıyorum kirli şişeleri. Radyodaki ‘’Çocuk Saati’’ programı saat beşte başlar. Taş köprüden koşsam yetişirim. Abim şişeler bittikçe yeni kasalar koyuyor önüme. Göndermeyecek belli ki!

Az sonra babam geldi, her zamanki dalgın yürüyüşüyle. Koruyucu meleğim. Yan komşumuz Hacı Osman Amca’yla kapının önünde bir şeyler konuşuyor. Şişeleri bırakıp gittim, bacağına sarıldım. Kafamı koltuğunun altına sokuyorum durmadan. O da başımı okşuyor farkında değilmiş gibi. Bir şeyler anlatıyor Hacı Osman Amca’ya:
“Zelve’ye giden yolun hemen başında, karakolun önünde gençten bir oğlan. Nevşehir otobüsünden mi indi, yoksa Ürgüp tarafından mı geldi bilmiyom… Beni görünce yaklaştı yanıma. Sırtında çanta. Ayağında kot pantolon. Hafif sakallı, temiz yüzlü bir delikanlı. “Merhaba amca” dedi. ‘’Merhaba’’ dedim ben de. “Buralarda mağaralar varmış, oraya gideceğim. Nereden giderim?” “Göreme’yi mi soruyorsun, kiliseleri falan” dedim. “Hı” dedi. ‘’Öyleyse şurdan gideceksin, Zelve yolundan.’’ Öyle, yüzüme bakıyor. ‘’Yürüyerek mi gideceksin?’’ dedim. “Evet” dedi, “Yürüyeceğim.” Dedim, ‘’Bayağı bi yürümen lazım, minibüsleri bekleseydin.’’ “Sağol amca” dedi, “Ben yürürüm…” Döndü gitti…” Bir süre sustu babam ve ardından mırıldanır gibi konuştu: ‘’Deniz Gezmiş’in arkadaşlarından biriydi sanki!’’
Gördüğü, duyduğu, rastladığı her şeyin az sonra dünyayı alt üst edeceği zannıyla yaşayan Hacı Osman Amca, “Allah esirgeye, Allah esirgeye” nidalarıyla döndü gitti dükkana.
Babamla bir süre buğday pazarının beton zeminine hışırtıyla buğday boşaltan traktörleri izledik. Aklı yol tarif ettiği delikanlıda kalmıştı besbelli. Abim dükkanın penceresinden eliyle şişeleri işaret ediyor. Biraz daha sokuldum babamın koltuğunun altına.
‘’Nerden anladın baba, Deniz Gezmiş’in arkadaşı olduğunu’’ dedim.
‘’Temiz yüzlü, iyi bir çocuğa benziyordu oğlum. Mutlaka Deniz’in arkadaşlarından biridir.’’

Babamla yan yana durup, bozkıra karışan buğday kokusunu içime çektiğim o günlerden yaklaşık bir yıl sonra Denizleri bir Hıdrellez sabahı astılar. Babası Cemil Gezmiş, oğlunun cenazesini toprağa verip geldiğinde, Mukaddes Hanım oğlunu görüp görmediğini sorar:
‘’Gördün mü çocuğumu?’’
‘’Gördüm, sarıldım’’ der, Cemil bey.
‘’Nasıldı?’’
‘’Yoktu bir şeyi. Boynunda bir morarmışlık vardı, ipin izi herhalde, o kadar!’’

Marquez, ‘’Yüz Yıllık Yalnızlık’’ kitabını büyükannesinin hikaye anlatma yöntemiyle yazdığını söyler. Büyükannesi en acımasız şeyleri bile kılını kıpırdatmadan, sanki her zaman gördüğü şeylermiş gibi anlatırmış. Anlattıklarını bu kadar değerli kılan, onun bu olağan, duygusuzmuş gibi gözüken tavrıymış. Bunu okuduğumda, ‘’Tevekkeli değil!’’ diye mırıldanmıştım. Demek, bu yüzden içimi bu kadar acıtmıştı Ali Kaypakkaya’nın anlattıkları. Oğlu ibrahim’in işkenceyle tüketilmiş bedenini Diyarbakır’dan Çorum’a götüren Ali Amca, onun ölümünden daha çok, tabutu kaça aldığını, tabutun içini niye alüminyumla kaplattığını falan anlatıyordu sakince. En çok da ibo’nun tabutunu taşıyan hamalın, onun işkenceyle öldürülen bir öğrenci olduğunu öğrendiğinde ağlayıp, taşıma için para almamasıydı Ali Amca’yı gururlandıran.

ibo’nun ölümünden yıllar sonra bir başka baba, Orhan Keskin’in babası, oğlunun elli günlük ölüm orucundan artakalan cansız bedenini almak için yine Diyarbakır zindanının kapısındadır. Baba alır cenazeyi ve döner memlekete. O gece mezarlığa götürmez oğlunu.‘’Beş yıldır eve gelmedi, bu gece de bizimle evde kalsın’’ der.
Oğlunun ölümünden sonraki 26 yıl boyunca, her sabah onun büyük boy resminin önüne geçip, ‘’Seni nasıl kurtaramadım, seni nasıl kurtaramadım?’’ diye yanan bir babadır o.

28 Ekim 2014’de Ermenek’deki maden ocağında ölen Tezcan’ın babası Recep Amca’nın insanın canını yakan bir saflıkla sorduğu soruya bakın: ‘’Bizim oğlan gitti mi şimdi? Saklamayın benden!’’

Ya da faili meçhul oğlu için ömrünü tüketen Fatma Morsümbül’ün, ‘’Kemiklerini verseniz yeter. Kemiklerini bulsam oğlumun, omzuma torba yapıp gezeceğim, kokusunu çok özledim onun’’ demesi gibi.

19 Ocak 2007’de katledilen Hrant da, kendi halkının yaşadığı acıyı ve o felaket yıllarını böyle anlatıyordu. Marguez’in büyükannesi gibi. Soylu ve ağırbaşlı bir dille.

19 Ocak 2007 Cuma günü bu ülkenin ‘’Kırmızı Pazartesi’’sidir. ‘’Kırmızı Pazartesi’’, sadece bir cinayeti ve onun arka yüzünü değil, bir kasabanın ortak davranış biçimlerini de analiz eder. Hrant’ın ölümünden sonra yaşananlar ise, muktedirlerin davranış biçimlerini anlamaya yeter de artar zaten.

Kutsal kitaplarda ilk öldürme hikayesi Habil ile Kabil’in hikayesidir. ‘’Öldüren tektir, lakin tüm kolektifi temsil eder.’’(S.Tuğrul)
Hrant da, adeta kurucu bir cinayetin öznesi olarak seçilmiş bir kurbandır. Onu öldürenlerin işledikleri ortak cinayet, aslında onları biraraya getiren birleştirici bir güç gibidir.

Hrant Dink, ‘’Ben Malatyalıyım, Anadoluluyum, acımı onurla taşırım’’ diyen haysiyetli bir insandı. ‘’Hiç kimsenin toprağında gözüm yok, bütün Türkiye benim, her yer benim vatanım’’ diyen bir yurtseverdi. ‘’Dünyadaki en büyük suç ırkçılıktır’’ diyen bir aydındı. ‘’Biz Ermenilerle Türkler birbirimizin hastası ve birbirimizin doktoruyuz’’ diyebilecek kadar da yüce gönüllüydü. Kendi ifadesiyle, ‘’iyi bir Ermeni ve iyi bir solcuydu.’’

Marguez, ‘’Kırmızı Pazartesi’’ romanında, iki kardeş tarafından bıçaklanan Santiago Nasar’ın son anlarını şöyle anlatır:
‘’Halam Wenefrida, ırmağın öte yanındaki evinin avlusunda bir tirsi balığının pullarını temizlemekle uğraşıyordu. Santiago Nasar’ın eski rıhtımın merdivenlerini inip, kendinden emin adımlarla evine doğru yürüdüğünü görmüştü.
‘’Santiago, yavrum!’’ diye bağırmıştı. ‘’Neyin var?’’
Santiago Nasar onu tanımıştı.
‘’Beni öldürdüler, Wene Hala!’’ demişti.
Son basamakta tökezlemiş, ama kendini toparlamıştı. Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle sikelemek titizliğini bile gösterdi’’ dedi bana Wene Halam. Sonra açık olan arka kapıdan evine gitmiş, mutfağın içine yüzükoyun yığılıp kalmıştı…’’
Burada, beni ve okuyucuyu da en çok etkileyen şey kuşkusuz, ölmek üzere olan Santiago’nun, hala hayatta olmasına rağmen kendisinden, ‘’Beni öldürdüler!’’ diye söz etmesidir.
19 Ocak 2007 Cuma günü, bir halkın en soylu evlatlarından biri; Hrant Dink kalleşçe öldürüldü.
Hrant o gün Agos’un önündeki kaldırımda kurşunlandıktan sonra kalkıp yürüyebilseydi eğer, mutlaka gazetedeki odasına gitmek için merdivenlere yönelirdi. Basamakta tökezlese de kendini toparlardı. Hatta eliyle kafasının arkasındaki kanı siler ve odasına doğru yürürdü. Onu gören arkadaşlarından biri mutlaka sorardı:
‘’Hrant abi, neyin var?’’
Hrant, arkadaşına dönerek her zamanki mahcup gülümseyişiyle,
‘’Beni öldürdüler kardeşim!’’ der ve kalbimizin üzerine düşerdi.

Kalbimiz Hrant’a mezar yeridir…"